Onu ilk gördüğümde elinde kitabı, burnunun yarısına kadar inmiş gözlükleri ile eczanenin önünde oturuyordu. Arada bir kitabından başını kaldırıp etrafı izliyor, baktığı yerlere de öylesine bakmıyordu sanki. Bakışlarındaki derinlik dikkatimi çekmişti. "Kim bilir neler düşünüyor." demiştim içimden. Onu çok tanımıyordum ama, pembeye çalan teni, yuvarlak yüzü ve buğulu gözleri onun iyi birisi olduğunu hissettiriyordu etrafına.
Bulunduğum yerde onun gibisine rastlamak zordur. Genelde gündelik ve boş şeylerle vakit geçirir buradakiler. Ömür ağaçlarından düşen yapraklardan habersiz hayatlarını yaşarlar...
Kimseye karışmayan, sürekli kitap okuyup, okuduğu kitapların arasını notlarla süsleyen, kitaplardan beğendiği bölümleri fotokopi yaptırıp onlardan bir arşiv oluşturan, etrafındaki olaylara anlam yükleyen, vakarlı, ağır başlı ve daha sayamadığım birçok özelliğe sahipti...
Mescide gittiğimde de onunla karşılaşmak güzel bir tevafuktu benim için. Onu orada görünce sevinmiştim nedense. Duvara yaslanmış, elinde Kur' an-ı Kerimi ile nede güzel bir portre çiziyordu gönlümde. Dünya ile hiç alakası yok ve sanki bu dünyada yaşamıyor gibiydi. Onu izlemek bile huzur veriyordu. İmkanım olsa saatlerce izlerdim o halini. İçime dokunuyor, yüreğime iyi geliyordu çünkü...
Aradığımız şey de bu değil midir zaten? Yüreğimize iyi gelecek, bizi dinlendirecek, nefes aldırıp huzurlu hissettirecek şeyler. Hırslardan, öfkelerden, kaygılardan uzak tutacak, içinde bulunduğumuz anı değerli kılacak şeyler... Ve bunu fark edecek bir yürek!
İçimizin kıyılarındaki deniz ne kadar dingin ve huzurluysa, dışımıza da sirayet eder bu dinginlik ve huzur. İçinde huzur yoksa dışında da arama zaten. Bulamazsın!
İşte bende yüreğime iyi gelen, onu görünce beni gerçekten rahatlatan bu yüreği takip etmeye başlamıştım. Her sabah işe giderken yolumun üstü olduğu için önünden geçiyor, sadece selam verebiliyordum. Konuşmaya hiç cesaret edememiştim. Halbuki ne kadar çok isterdim yüreğime iyi gelen bu yüreği daha iyi tanımak ve sohbet etmek... Okuduğu kitapları incelemek. Hayatla arasını nasıl bu kadar iyi tuttuğunu öğrenmek ...
Nasip değilmiş.
Bir süre sonra hasta olduğunu öğrendim. Kanser teşhisi konulmuştu. İlk duyduğumda ne hissettiğimi bile hatırlamıyorum.
Hayat böyle bir şey işte. İyi gelen ve sevdiğin ne varsa alıyordu elinden. Neyi tuttuysak sımsıkı, bırakmak zorunda kalıyorduk hafifçe...
Şimdi ben her sabah kimi görecek, kime selam verecektim. Onu her gördüğümde, sadece görmek bile bana iyi geliyor ve "yalnız değilim, burada beni anlayacak insanlar var." diyordum kendime. Şimdi o boşluğu kim dolduracaktı? Elbette hiç kimse!
İstanbul'a tedavi için gittiğini duydum. Bir daha dönemedi. Sabah namazında almıştım ölüm haberini. İki damla gözyaşı dökülmüştü yüreğimden. Yürekten gözyaşı dökmek neymiş, o zaman anlamıştım.
Ve hayat ne garip. Ne acayip bir bilmece. Hayattayken kıymetini bilmediğimiz birçok şeyi, onu kaybedince daha çok anlıyoruz.
Ve bir ölümün bir hidayete vesile olacağını kim bilebilirdi?
Güzel bir ömür güzel bir ölüm getirmişti. Güzel bir ölüm en yakınlarının hidayet vesilesi olmuştu.
O güzel yüzlü insan, ölerek de etrafına fayda vermiş, ardında hayırlı vesileler bırakmıştı.
Kaç yıl geçti hiç unutmadım, hep hatırımda... Hâlâ aynı yerden geçiyorum ara sıra ve acı ile değil tebessüm ve huzurla bakıyorum oturduğu yerlere.
Ve kendi kendime diyorum ki; Güzel anılmak, güzel hatırlanmak ne büyük nimet.
Allah'ım bizlere de nasip et.
Sükut_u Kelam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder